ERTUĞRUL AKYÜZ
EDEN BLUR
20 Ocak 2022 – 28 Şubat 2022
“Gözlerimizin önünde yapay ufka doğru uzayıp giden perspektif, çapraşık dalları ve yapraklarıyla ahtapotları andıran bitkileri, kimi zaman bir arabayı, bir yol tabelasını, bir binayı veya onun -geri kalanının nereye kadar devam ettiğini asla bilemediğimiz- bir kısmını içine hapsediyor. Her yere benzeyen ama aynı zamanda hiçbir yeri andırmayan mekânlar bunlar. Bir zamanlar bastırılmış, kimliksizleştirilmiş, törpülenmiş, ifadesi sakatlanmış, toplumun sözde “yüce iyiliği” için ruhunu bir başkasının eline teslim etmiş belirsizliğin manzaraları.”
-Sinan Eren Erk
Eden Blur serisiyle Akyüz, insan ile doğa ilişkisini geri kazanım ve yeniden oluşum sürecindeki Çernobil bölgesi gözlemleri üzerinden irdeliyor. Felaket sonrası terkedilen bölge doğasının ‘yapıbozumu’ izdüşümlerini taşıyan sergide eserlerle birlikte kalıplarını da görmek, teknik, kök ve öncül takibi yapmak mümkün.
Serginin küratörü Sinan Eren Erk serginin çerçevesini “Ertuğrul Akyüz Eden Blur adını verdiği bu sergide, tarihin en büyük felaketlerinden birini temel alarak insan ve doğa arasındaki sorunlu ilişkiyi yeniden tanımlıyor. İnsanın güç istencinin sınırlarını, sahip olma takıntısını ve dönüp dolaşıp sonunda kendine zarar veren umursamazlığını, akıbetini yıllar sonra bizzat gidip gördüğü, burnumuzun dibindeki bir trajedinin izlerinde arıyor. Sanatçı, bu seriyi oluşturan tüm eserlerinde, insanın kendine yenilerek, heyecan ve hırsla ortaya attığı büyük vaatlerin kırılganlığını; doğanın sakin, aceleden uzak ve tarafsız bilgeliğiyle karşı karşıya getiriyor.” ifadeleriyle özetliyor.
Ertuğrul Akyüz’ün kişisel sergisi Eden Blur 28 Şubat’a kadar Piramid Sanat’ta izlenebilir.
Uyumsuz Bir Tekerrürün Arşivi: Eden Bulur
Sinan Eren Erk
"Bir zaman gelecek çok tuhaf mezarlar bulacaklar.
Bilim insanlarının biyo-mezarlık dediği hayvan mezarlıkları.
Modern çağın tapınakları bunlar.
Içlerinde vurulmuş binlerce kedi, köpek, at yatıyor.
Birinin bile adı yok."[1]
Gözlerimizin önünde yapay ufka doğru uzayıp giden perspektif, çapraşık dalları ve yapraklarıyla ahtapotları andıran bitkileri, kimi zaman bir arabayı, bir yol tabelasını, bir binayı veya onun -geri kalanının nereye kadar devam ettiğini asla bilemediğimiz- bir kısmını içine hapsediyor. Her yere benzeyen ama aynı zamanda hiçbir yeri andırmayan mekânlar bunlar. Bir zamanlar bastırılmış, kimliksizleştirilmiş, törpülenmiş, ifadesi sakatlanmış, toplumun sözde “yüce iyiliği” için ruhunu bir başkasının eline teslim etmiş belirsizliğin manzaraları. İdeolojilerin nefes aldırmayan makyajı, radyoaktif yağmurlarla toprağa karıştıktan sonra, geriye ağaçlar ve otlardan oluşan olgunluk çizgilerini, kırışıklıkları ve kaz ayaklarını bırakmış. Bir zamanların kulakları sağır eden politik söylemleri, ritmik ayak sesleri arasında yüce idealler uğruna edilen sahte yeminler, hiçbir efendiye boyun eğmeyen bilimi bile kendine alet etmeye çalışan cehalet ve egoların boyundan büyük suretlerinin rutubetli gölgeleri bu yeri terk edeli çok olmuş.
Sessiz, insansız, arınmış, en sonunda.
Yine de uyumsuz.
Çok uzakta ve aslında çok yakındaki bu evrende zaman, saatin tiktaklarıyla değil artık sadece Geiger sayacının[2] hızlanan ve yavaşlayan klikleriyle ilerliyor. Ve doğa, zaten kendine ait olanı geri alırken, büyük bir felaketin ardında kalanı da tıpkı bir istiridyenin içindeki kum tanesi gibi sarıp büyütüyor. Her şey bir yandan giderek daha prüzsüz ve katlanılabilir hale gelerek insana belki de yeni bir şans verecekmiş gibi duruyor. Ancak öte yandan büyük bir kibri ve aptallığı da bir inci gibi parlatarak ifşa ediyor ve asla unutulmamasını sağlıyor. Gözlerimizi kısarak netleştirmeye çalıştığımız bu puslu görüntüdeki her şey, konfor alanlarımızın kıyma makinesinde öğütülüyor ve zihinlerimizde vicdan azabıyla karışık mide bulandırıcı bir bulamaca dönüşüyor.
Ne tarafa uçsak Cehennemdir,
Cenennem biziz.[3]
Çernobil Nükleer Santrali’nin sıcaklığı nerdeyse Güneş yüzeyininkinin yarısına yaklaşan dört numaralı reaktörü 26 Nisan 1986’da kontrolden çıktığında her şey için artık çok geçti. Bugün halen kullanılan Sovyet yapımı RBMK tipi reaktörün erimesinde hatalı tasarımının etkisi vardı ama böylesine bir felaket ancak insan hatasından kaynaklanan birçok şeyin bir araya gelmesiyle mümkündü. Büyük dikkatsizliklerin sonucunda dengesizleşen zincirleme reaksiyon, göz açıp kapayıncaya kadar bir buhar ve hidrojen patlamasına dönüştü. Bu da bir yangına ardından da reaktörün erimesine neden oldu. Radyasyon serpintisi ölgün bir nefes gibi yayıldı dünyaya. Gerisini hepimiz biliyoruz.
Ertuğrul Akyüz “Eden Bulur” adını verdiği bu sergide, tarihin en büyük felaketlerinden birini temel alarak insan ve doğa arasındaki sorunlu ilişkiyi yeniden tanımlıyor. İnsanın güç istencinin sınırlarını, sahip olma takıntısını ve dönüp dolaşıp sonunda kendine zarar veren umursamazlığını, akıbetini yıllar sonra bizzat gidip gördüğü, burnumuzun dibindeki bir trajedinin izlerinde arıyor. Sanatçı, bu seriyi oluşturan tüm eserlerinde, insanın kendine yenilerek, heyecan ve hırsla ortaya attığı büyük vaatlerin kırılganlığını; doğanın sakin, aceleden uzak ve tarafsız bilgeliğiyle karşı karşıya getiriyor.
Kurgulanmış cennetlerin yeniden yıkılışını, mantığın zayıflayan sesini, özgürleşmek adına daha da sağlamlaştırdığımız zincirlerimizi, gittiğimiz her yere sırtımızda taşıdığımız kontrol mekanizmalarımızı; hapishanelerimizi, ıslah evlerimizi, akıl hastanelerimizi ve gözetleme kulelerimizi, unutmak, üzerini kapatmak isteyecek kadar utandığımız şeyleri alaycı bir dille bize yansıtıyor. Akyüz, görüşümüzün bulanıklığını, bir türlü netleştirilemeyen tüm tanımlamaları, aksilikleri, aksaklıkları ve absürtlükleri; bilinçli olarak kullandığı canlı ama yapay renklerde ve keskin ama çoğu zaman birbirinin üzerine oturmayan çizgilerde buluşturuyor. Böylelikle “Eden Bulur”, Akyüz’ün kayıtlarını sabırla ve hayretle tuttuğu bir tekerrür arşivine dönüşüyor.
[1] Svetlana Aleksiyeviç’in yazdığı, gazeteci Anatoli Şimanskiy’nin felaketten sonra çevresinde konuşulanları not ettiği defterindeki alışveriş sırasında duyduklarını aktardığı bölümden. Svetlana Aleksiyeviç, Çernobil’den Sesler: Bir Nükleer Felaketin Sözlü Tarihi (2006), Çev. Aslı Candaş, Aytaşı Yayıncılık, s.12
[2] Geiger sayacı: İçindeki, Hans Geiger ve Walther Muller’in icat ettiği Geiger-Müller tüpü nedeniyle Geiger-Müller sayacı adıyla da anılan cihaz, iyonlaştırıcı radyasyonu tespit etmek ve ölçmek için kullanılır.
[3] “Sefil ben! Hangi yöne uçayım / Sonsuz gazap ve sonsuz umutsuzluk içinde? / Ne tarafa uçsam Cehennemdir; Cehennem benim; / Ve en derinin de derini, / Yutacakmış gibi korkutuyor hâlâ beni, açılmış sonuna kadar, / Bu acı veren Cehennem bana Cennet gibi geliyor.” John Milton, Paradise Lost (2007) Ed. Barbara K. Lewalski, Blackwell Publishing, Book 3 (73-78) yazarın çevirisi
[“Me miserable! which way shall I flie / Infinite wrauth, and infinite despaire? / Which way I flie is Hell; my self am Hell; / And in the lowest deep a lower deep / Still threatning to devour me opens wide, / To which the Hell I suffer seems a Heav’n.” John Milton, Paradise Lost (2007) Ed. Barbara K. Lewalski, Blackwell Publishing, Book 3 (73-78)]
______________
Detaylı bilgi için:
Gülfem Naz Yılmaz
m. +90 (530) 0729187
t. +90 (212) 2973121