Mehmet Özenbaş sergisini 30 Mart - 30 Haziran 2017 tarihleri arasında Piramid Sanat'da ziyaret edebilirsiniz.
MEHMET ÖZENBAŞ: DİYONİZYAK CANGIL
BEDRİ BAYKAM
Bu yazı, yazarı sayesinde bir sanatçıyı mucizevi bir şekilde bir anda keşfedip, onu anlayıp sevmenizi sağlayacak değil. Böyle bir amacım yok. Ama yazının sonunda böyle bir etkisi olursa, emin olun ki bu niyeti taşımıyordu.
Mehmet Özenbaş hakkında yazıyorum çünkü işlerini seviyorum, onlar üzerine konuşmayı, düşünmeyi seviyorum. Bu benim zevkim, sizinle hiçbir ilgisi yok, üzerinize alınmayın. Ama sonuçta sanatçıyı keşfetmekten siz de zevk alırsanız, benimle bir sorununuz olmaz.
Sanat üzerine konuşmaya başlamadan önce: Bugünlerde gittikçe daha da tehlikeli boyutlara ulaşan bir koleksiyoner tipolojisinden bahsedelim. Sanat alanına sanatı sevdikleri için değil, sadece para kazanmak amacıyla giren insanlar bunlar. Hedefleri eserin karşısına oturup konyak veya kahve yudumlamaktan alacakları görsel zevkin sonsuzluğu veya resme bakıp sanat tarihindeki derin izlerini düşünmek değil... Onlar sadece bu yatırımlarından çok hızlı veya zaman içerisinde iyi para kazanacaklarından emin olmak istiyorlar. Bu yüzden de mümkün olduğunca genç sanatçıları tercih ediyorlar -ki turnayı hızlıca gözünden vurabilsinler. Onlara hemen şunu söyleyebilirim ki, buradaki derdimizin bunlarla alakası yok. Mehmet Özenbaş 20’lerinde bir sanatçı değil. Uzun bir kariyere veya zengin bir özgeçmişe sahip de değil. Yani biraz önce anlattığımız düşüncelerdeki sevgili koleksiyonerlerimizin, bu bulaşıcı ve değersiz hastalıklarını da yanlarına alıp Özenbaş’tan ve çalışmalarından uzak durmaları daha hayırlı olur. Kısacası burada konu para değil, sanat.
Bu eserler, kimi tescilli genç sanatçıların, koleksiyonerleri bir anda altınlara boğacak yatırımlara vesile olması beklenen eserlerden farklı. Eğer ki bu gruba dahilseniz, kendinize bir an önce başka bir alternatif hedef bulmanızı tavsiye ederim. Şayet Özenbaş’ın eserleri tarihe kalacaklarsa, bu sadece bazıları gerçekten nefes kesici oldukları için gerçekleşecek! Piyasa şablonlarına uyum gösterdiği için değil.
Çok üstün bir sanat eserine baktığınızda, ilk önce duygularınızı harekete geçirir ve sizi içine çeker. Diğer yandan da kendi içinizde düşünce fırtınalarına kapılırsınız. “Bunu nasıl yapmış acaba” diye düşünmezsiniz. Sanki kendine özel bir çeşit dünyası vardır. Hiçbir şeyini sorgulamazsınız. Onun yanında yaşamak, ona sahip olmak istersiniz. Potansiyel bir sevgiliye çarpılmış ergen gibi gözlerinizi dikip bakakalırsınız. Özenbaş’ın işlerinden birini ilk kez Gezi Direnişi’nin 1. yılı için açtığımız ‘Sıkıyorsa Gel” isimli sergide görmüştüm. Hükümet tarafından hiçbir gerekçe gösterilmeden komaya sokulmuş olan Taksim Meydanı’nın kuş bakışı görünüşünün bir tasviri gibiydi. Aslında tabii ki biliyoruz İstanbul’un sanat ve eğlence merkezini nasıl öldürdüklerini, bazı cafe ve barlardan nasıl kurtulduklarını ve tabii ki AKM’yi nasıl yok ettiklerini… Çoğunuzun bildiği gibi bir aktivist olmama rağmen bu konuyu fazla uzatmayacağım. Sadece şunu söylemek istiyorum ki, o esere sahip olmayı gerçekten çok istemiştim. Sergiye ne zaman girsem resmen gözümü alıyordu, hepsinin arasından sıyrılıyordu.
Özenbaş’ın yapıtlarının bize düşündürdüğü ilk soru “Ben neye bakıyorum?” oluyor. Yukarıda da izah ettiğim gibi işin teknik yönü çok hızlı göz ardı edilebilir. Baktığımız sahne, kendi çapında çarpıcı ve abartılı bir biçimde gerçekçi gözükebilir. Nedir bu? Yoğun ve vahşi bir “cangıl”ın ortasında mıyım? Peki o zaman kuş seslerini neden duymuyorum? Kaplan nerde?
Bir yandan da eserler olabildiğince soyut… Ama bunlar alışık olduğunuz tipik soyut resimlerden değil. Yok, işin zanaate kaçtığı düşünülebilecek teknik olarak farklı yanlarıyla ilgili olarak demiyorum bu bunu. Eğer Kübizm, gerçekçilik ve soyutlamanın bir çeşit sentezi olarak görülebiliyorsa, Özenbaş’ın işleri de bu şekilde tanımlanabilir. Bu işler, sonsuz ağaçların ve yaprakların dokusunda kaybolurken, insanoğlunun ormanın derinliğine olan algısının oluşturduğu görsel olarak da görülebilir.
Birçoğu, geçici bir algı içinde sonsuzluğun eviymiş gibi, sessiz ve zamanaşırı bir doğa tasviri olarak okunabilir. Bu hiçbir maksatla bir süsleme parçası olmayan özgür bir ülkenin evi… Başka bir algı şekliyle de soyut sanatın Amerikalı kahramanı Jackson Pollock’ın resimleriyle olan organik bağ ve paralellik de kaçınılmaz bir şekilde hissediliyor. Ama bana güvenin, bu asla Pollock’ın bir taklidi olduğu anlamına gelmiyor.
Varış yerine gitmenin birçok değişik yolu vardır. Aynı sonuca, farklı yollarla ulaşabilirsiniz (Bu bana, arkadaşım olan ünlü Fransız sanatçı Ben Vautier için yaptığım “I came from another street Ben”/”Farklı bir caddeden geldim ben, Ben” graffitimi hatırlattı).
Bildiğiniz gibi sanat eğitiminin sıradanlığı sizi saf dışı bırakabilir. Sanat eğitimi almak çok büyük bir yük haline geleceği gibi, sizi zenginleştiren bir deneyim de olabilir. Özenbaş ise, kendine has bir yol izliyor. Özenbaş’ın sanatını geliştiren süreçle, bilindik adımların hiçbir bağlantısı yok. Onun nasıl bu kadar verimli olduğunun serüveni ise, tekil ve öznel hikaye. Özenbaş, 4-5 sene boyunca sanat okuduktan sonra “sanatçı olup olamama” durumuyla panik yaşayan ve “Okul bittikten sonra ne olacağım?” sorularının acısıyla kıvranan yeni mezunların durumunu hiç yaşamadı.
Aslında çok yeni bir sanatçı. Sadece 2006’dan bu yana resim yapıyor, ama resimlerindeki olgunluk fazlasıyla dikkatleri üzerine topluyor. Resim tutkusu olmadan önce uzun yıllar tekstil alanında çalışmış. Doğa sevgisi içinde büyürken, bir yandan da ormanların ve ağaçların doğaya terk ettikleri parçaların toplayıcısına dönüşmüş. Sonunda da bu parçaları tekstilden gelme deneyimleriyle birleştirmiş. Sonuç ise nefes kesici. İster kendisine bakayım, ister işlerine, aynı şeyi görüyorum: Onun için başka hiçbir şeyin önemi olmadığını bana derinden hissettiren bir adanmışlık, samimiyet ve bir konumlanma mevzubahis.
Sanata olan bu tutkunun arkasında, doğa sevgisi ve kendini doğa korumaya adanmışlık da var. Burada sanat, çevre korumacılığı üzerinden ağır bir misyon, ciddi bir sorumluluk kazanıyor. Marshaling yaparken dünyaya en net şekilde “Doğa katliamını derhal durdur, orman soykırımını durdur!” diyen havaalanı yer trafiği kontrolörü de bu amaçla Özenbaş’ın heykelinde vücut buluyor..
Özenbaş’ın eserleri çok hırçın ve yabani, fakat bir yandan çok sofistike olarak da algılanabilirler. William Rubin’in o keyifli röportajda 1980’lerin başında zarifçe ifade ettiği şekilde, bazı Pollock’ların size Monet’nin izlenimciliğini gizlice düşündürmesi gibi... Buna karşın tabii ki ilk okuma apokaliptik. Aynı zamanda sürekli bir dönüşüm içinde olan bir dünya gibi... Bu eserlerde ilginç bir akıntı, kozmosun bir enerjisi var.
Özenbaş’ın çalışmalarda sürekli olarak tüm organizmaları, daha komplike ve daha yüksek bir organizasyon modeline taşıyarak kendi görevini yapan ve adını “yaşam gücü” (Elan Vital) olarak özetleyebileceğimiz itici bir faktör var. O yaşam gücü ki, tüm yaşayan canlıların içsel bir parçasıdır. Her hücre ve her şeyin içinden kesilmeden akıp giden güçtür; ve aynı zamanda insanın en şiddetli anının kararlı bir ifadesinin dışavurumu gibidir. Burada karşılaştığımız estetik, Platon’un oran, harmoni ve birlik ya da Aristo’nun düzen, simetri ve kesinlik içeren anlayışları ile ilintili değildir. Buradaki hızlı akışkanlık bariz bir şekilde başlangıcından, kaynağından itibaren diyonizyaktır. Bu çalışmalar, aynı zamanda yaşsız ve zamanaşırı görünüyorlar ve daha önce Pollock hakkında söylenildiği gibi bazen bir örümceğin ağıyla kıyaslanabilirler. Öte yandan Pollock’ın beyninin derinlerinin nasıl çalıştığını iyi bildiğine inanan bir insan olarak size şunu diyebilirim ki, kendisi Özenbaş’ın bu işlerini görse oldukça şaşırırdı. Çünkü bu sanatçı akıtma veya doğrudan yüzeye sürülmüş boya veya duvara fırlatma tekniklerini kullanmıyor... ama nihai sonuç soyut dışavurumcu bir işe benziyor ve kesinlikle yukarıda bahsettiğim Pollock’ın işlerinin kuzeni gibi duruyor. Ağaç dalları, kumaşlar, boyanmış kumaşlar... Tüm bunlar aynı zamanda beyinin röntgenine benzeyen, kozmik ve cangılvari bir deneyime katkı sağlıyor. Ve yine bu stil çoğu zaman bir kompozisyon olarak bile kabul edilemeyecek olan “all over” (her yere/aynı) bir ifade tarzı kullanıyor. Eserin damarları ve hücreleri olan bu maddelerin oluşturduğu labirentte görebiliyoruz ki şansın kuralları her şeyi mükemmel bir şekilde oluşturmuş. Fransızların dediği gibi “Le hasard fait bien les choses” (Tesadüfler her şeyi iyi oluşturur). Bilinçaltımızdan öne çıkan bir diğer soru, “bu yaprak, malzeme, kumaş ve diğer dünyevi sahnelerin katmanlarının arkasında ne var?”. Bu muamma her yapıtta önümüzde beliriyor.
Bu sahneler beraberindeki sorular ve açık tahminlerle geliyorlar... Burada içeriğin soyutluğu, olağan bir “soyut iş”ten çok farklı
Bir eser beyninizi çalıştırıyorsa başka türlü soruları ve yorumları tetikler, bu da doğru yöne hareketlendiğimizin işaretidir. Hiçbir zaman kimse onları görmeyecek ve kaydedemeyecekse Pasifik Okyanusu’nun veya Amazon Ormanları’nın ortasında olup bitenlerin gerçekten var olduğunu söyleyebilir miyiz? Belki insan gözü için şayet görmüş olabilse en önemli ve en güzel manzara, gün batımında kat üstüne kat oluşturmuş, renkli bulutlar arasında yıldırımlar çakarken ve bu muhteşem vadi üstünde büyüklerin dünya finalinin zoraki izleyicileri olarak dev bir azhdarchids-pterosaurs uçarken bir dişi için ölümüne kapışan iki dinozorun düellosu olabilir mi ? Fakat biz bunu hiçbir zaman görmedik. Ya da belki en nefes kesen sahneler evrenin ulaşılamaz dış kenarlarında karadeliklerin ötesindeki yıldızlar veya galaksiler arası kaybolmuş alanlarda yaşanıyorlar, veya okyanus sularının derinliğinin cehenneminde...
Ben Özenbaş’ın işlerine baktığımda, evren ya da yaşam tarihinin arşiv sayfalarında yaşanmışçasına Anselm Kiefer’in tarih üstü geçiş yapan resimlerinin ağırlığını hissediyorum. Yaprakların düşüşünü veya Samanyolu’nda yıldız kaymalarını içimde hissediyorum. Üstelik her biri tabiat ananın en parlak şekilde organize ettiği DNA‘larının ta içinde. Öte yandan her ne kadar şaşırtıcı gelebilse de, bu yapıtlar biraz daha aşağıda ele alacağımız gibi beni Anselm Kiefer hakkında da düşünmeye itiyor.
Yaklaşık 31 yıl önce, 1986 ilkbaharında, yine İsveçli bir kıza deli gibi aşık olmuştum! Ama dikkatli olun, bu kız meşhur aşkım Helena Anliot değil, Lena Alftin’di. Ona Samanyolu’ndan “My Lena” (Lena’m) isimli bir yıldız hediye etmiştim. Adresi de şöyleydi: “Virgo ra 14h50m58sa 3.36”. Güneş sistemi, Samanyolu, evrendeki sonsuz gezegenler… sayısız moleküller, partiküller ve güneş sisteminin iskeleti… Bu görüntülerin bir kısmı bir fetüsün röntgenine benziyor veya insanın en küçük hücrelerine yapılan bir yolculuğa… İnsan ve evren… Hem çok yakın, hem de birbirinden sonsuz uzaklıkta…
Mehmet Özenbaş’ın işleri sadece Yağmur Ormanları’na yapılan bir yolculuk değil, aynı zamanda evrenin sonuna veya hücrelerin en derinine iniyor.
Bütün bunlar bana iki graffitimi hatırlatıyor:
İlki “I am nothing but I am everything” (Ben hiçbir şeyim, ama herşeyim). Nedenini açıklamama gerek yok sanırım.
Ikincisi ise “I set the standards” (Standartları ben belirlerim)
Bu yüzden ben çok iyi biliyorum ki, Özenbaş’ın işleri olağandışı…